Yayla mevsimi geldi çattı. Çayların ilk sürümü bitti. Gençler, yaşlılar, kadınlar, çocuklar Hemşin Yaylaları’nda. 4 ay kalacaklar. Hasan Tatar’ın izlenimleri ile “Hemşin Yaylaları” üzerine… Hemşinliler henüz net olarak ülkemizde kim oldukları belli olmayan bir tarihe sahiptirler. Ancak kendi özgün dilleri ve yaşam şekilleriyle içe dönük kapalı bir toplum olmakla birlikte, son yıllarda küresel evrenin değişimiyle birlikte onlar da değişmeye başlamışlar dır. Daha çok dağlık alanlarda yaşamlarını sürdüren bu topluluk son yarım asırda şehirleşmeye ve kentlerde yaşamaya meyilli bir çizgi çizmeye başladılar.
Tarım ve hayvancılık eskiden beri ana geçim kaynakları olan Hemşinlilerin YAYLACILIK anlayışı diğer topluluklardan çok farklı bir özellik taşır. Özellikle Artvin’in Hopa ve Borçka ilçelerinde yaşamakta olan Hemşinliler’in yaylacılığı Artvin il hudutları dışında olması, kendi bölgelerindeki coğrafyanın mera alanları bakımından yeterli olmaması onları daha uzak tepelere gitmeye yönlendirmiştir. Belki de ülkemizde kendi il hudutları dışında kendi ilçe ve köy sınırları dışında yaylacılık yapan tek topluluk özelliğini taşımaktadırlar..
Hemşinliler Karadeniz’in sahil ilçesinde yaşamalarına rağmen denizcilikten ziyade hayvancılık ve nakliyecilik ile uğraşmaktadırlar. Dağ kültürüne daha yakın durmaktadırlar. Takriben Hopa’dan 150-200 kilometre içeride, Şavşat ve Ardanuç ilçelerinin dağları ve Ardahan ilinin hudutlarına sarkan bir yaylacılık anlayışları vardır. Sahilden bu bölgeye neden-nasıl gelmişler, net olarak belli olmamakla birlikte, çeşitli rivayetler de vardır. İlginç olan aynı ilçenin hatta aynı köyün ve sülalenin mensupları bile farklı bölgelerde yaylacılık yapmaktadırlar. Gelişen ekonomik şartlar ve şehircilik yaşamıyla birlikte, uzaklara göç eden yeni gençlik, her ne kadar gittikleri yerde hayata devam etseler de yayla kültürünü asla unutmazlar. Genel olarak yaz tatillerini yaylalara giderek geçirirler. Çocukluktan beri alışkın oldukları yayla kültürü Hemşinlilerin çok önemli bir parçası haline gelmiş olduğundan, mesafe tanımaksızın şehirlerden yaylaya gitmeyi göze alırlar.
Ne zaman çıkılır?
Koyunlar ve kuzuları mayıs ayında yaylaya çıkarmaya başlarlar hava şartlarına uygun olarak. Haziranın ilk haftasından sonra da büyükbaş hayvanlar ve genel olarak yaşlılar ve küçük çocukların gitmesiyle yaylalar şenlenir.. Bölgedeki çay tarımının etkisiyle temmuz çayı toplandıktan sonra da geri kalan hemşinli halkı yaylaya çıkar. Özellikle sahil şeridinin temmuz ortalarında rutubetli bir hal alması, bu mevsimde daha çok insanın rutubet olmayan yaylaya yönlenmesine sebebiyet verir. Buna uzaklarda yaşayan Hemşinlilerin yaz tatillerinin eklenmesiyle yaylalar daha kalabalık ve şenlikli bir hal alır. Yıl boyu bir birini göremeyen insanlar , dostlar arkadaşlar yaylada buluşmayı bir adet haline getirmişlerdir. Hava koşullarına göre Eylül ortalarında yaylacılık sona erer. Hemşinlilerin yayla dönüşü nasıl olur? Bu nu takiben güzlük denen bir diğer adet başlar. Güzlük ise yüksek yaylalarla daha aşağıdaki köylerin arasında bir ağaçlık bölgede geçici bir konaklama şeklidir. Güzlükte genel olarak yaşlılar ve büyükbaş hayvanlar kalır. Sahil şeridinde ki arazilerin hayvancılığa çok uygun olmaması ve ekili alanlara zarar vermemesi için, hayvanların köy bölgesine getirilmesini geciktirmek için yapılmakta olan bir uygulamadır. Ovadan, nispeten daha sıcak ormanlık bölgede derme çatma çadır kurarak, ikamet edilen köy ile yayla arası bir dönem olarak ikamet edilir.
Yayla evleri kime aittir? Nasıl inşa edilmiştir?
Yaylada özel mülkiyetten ziyade köy mülkiyeti anlayışı vardır. Evler daha çok yan yana inşa edilmiştir. Taşevler de denebilir. Tek katlı ve tek kapılıdır. Elektrik yoktur. Su köy meydanında akan “kurun” denen toplu bir kullanım için getirilmiş çeşmeden oluşur. Son zamanlarda bireysel olarak evlere de çeşme yapılmaya başlanmıştır.
“Hemşin kültürünü en iyi yaşayanlardan biriyim”
Eşim Hemşinli olmamasına rağmen, her yıl, eşim, çocuklarımla birlikte yaylalara gideriz. Böyle bir yayla dönemimizde başımızdan geçen ve eşime çok ilginç gelen bir hikayemizi sizinle paylaşmak istedim. 2013’te eşim ve iki kızımla birlikte İstanbul’dan yaylaya gittik. Eşim o dönemde yaylada daha çok yaşlı insanların bulunduğunu bildiği için, köy kadınlarına mümkün olduğu kadar çeşitli meyveler almayı hep adet edinmiştir. Hemşinlilerin vazgeçilmez meyvesi Karayemişi götürmeyi ihmal etmeyiz. Yaylada ilk günlerde eşime “yabancı gelin gelmiş” derler temkinli yaklaşırlardı. Tanıdıkça sıcak ilişkiler kuruldu. Yaylacılığımız Ramazan ayına denk gelmişti. Geceleri uyku gelene kadar birarada sohbet ederdik. Böyle bir gecenin akşamanıda eşim “Buruda hastayı ne yaparsınız? Sorusu geldi bana. Yayla evlerinin yakınlarında ne hastane, ne sağlık ocağı vardı. Araç bulmak da zordu. Bu durumda birinin gece yarısı hasta olduğunda ne yaptığımızı merak etmişti. Ben de “hastamız olunca şehre götürürüz elbette ne yapabiliriz başka” dedim..
Eşim : Araç yok, sis düştü, karanlık… Hem ıssız oluyor. nasıl yaparsınız?
Araç bizde olmasa başkasında olur. Bizim köyde olmazsa başka köyde olur. Hemşinliler hiçbir hastasını yaylada ölüme terk etmez, etmemiştir, merak etme dedim. Zira iki asra yakındır o bölgede yaylacılık yapan Hemşinlilerde bir hastanın imkansızlıklar sebebiyle yaylada öldüğü veya ölüme terk edildiği görülmemiş duyulmamıştır. Araç var ise araçla yoksa atla yoksa da sırtımızda bir şekilde ya Şavşat’a ya Ardahan’a mutlaka ulaştırmışızdır. Kendisine uyumasını ve merak etmemesini tavsiye ederek uyuduk. Aynı gecenin sabahında kapıda ki gürültü ve kapıyı vuran sesle uyandım. Hasaaan kalk….!!! Yataktan fırladım. Kapıyı açtım, ortalık zifiri bir karanlık Şaban Amca kapıda. “Hayırdır ne oldu” dedim. Hasta var, Şavşat’a hastaneye götüreceksin. “Tamam, geliyorum” deyip çıktım. Araba soğukta zor çalıştı. Gittim hastayı kucakladım. Arabaya bindirdim. Yola çıktık. Tüfeğimi yanıma almayı da unutmadım tabii. Sis her tarafa çökmüş. Yaylada tecrübeniz yoksa sis düştüğü anda açık denizde pusulasız bir gemici gibisiniz.
Hastanın inlemesi ve sisin bana verdiği tedirginlikle ben yolu iyice karıştırdım. Nihayetinde yakın köy olan Büyükoba’yı buldum. Nallıpuğar, Ardala Yaylası ve devletin ana yoluna ulaştım. Ana yol dediğime bakmayın, Şavaştıların kullandığı öküz arabalarının geçtiği biraz düzgün yol. Sisten kurtulmuş normal bir yoldan gidiyordum. Şevki Efendi suyunun yanına hastamız bağırmaya başladı. “Arabayı durdurun, ölüyorum, su verin” diye. Karanlık bir yere tüfeğimi alıp indim. O telaşla yarısı çamur beklide avuçladığım suyu yengeme içirmeye çalıştım. Kendine biraz gelince başladı ağıt yakmaya. Şaban amcamın yardımıyla tekrar araca bindirdik ve yola koyulduk. Uçurumlu ve çamurlu bir yolda korku ile yoluma devam ettim. Avcala düzüne indik. Hasta yengem biraz düzeldi. Sabah saatlerinde hastaneye ulaştık. Nöbetçi doktor hemen ilgilendi. Daha önce böbrek ve nefes darlığı olan yengem orucun birinci günü vücut bunu kaldırmamıştı. 1400 yıldır İslam dini halkımıza yanlış anlatıldığı için olsa gerek ki, insanlarımız dini vecibelerini yerine getirirken sağlıklarını ikinci plana atmakta tereddüt etmemektedir. Hastamızı alarak tekrar yaylamıza yola çıktık.
Köye ulaştığımızda güneş iyice doğmuş, köy halkının bir kısmı uyanmıştı. Annem de tavuklara yem veriyordu. Beni görünce şaşırdı. Zira akşam odaya yatmaya giden ben araçla bir yerden geliyordum. Kadın, sabah sabah aracı bile kapıda olmadığını fark etmemişti. Durumu kendisine anlattım. Odama gittim. Eşim kalktı, ne oldu? dedi. Akşam yatarken şom ağzını açtın, bak işte böyle oldu. Gece hasta çıktı ve götürdüm getirdim..!! Biz hemşinliyiz, hasta kimin olduğu hiç önemli değildir. Bizim mahallede olsun başka köyde olsun kim olduğuna bakmazsizin kalkar gideriz. Ne kadar yorgun olduğumuz saatin kaç olduğu aklımıza gelmez. Öğlen kalktım, sırta doğru yürüdüm. Köyleri tepeden gördüm. Aşağıoba, tatarlar yaylası, Vayiçler yaylası, Kayadibi, Çakmaklar, Büyükoba, Nallıpuğar, Sarıçayır, Susuzyurt, Soğukpuğar ve Ardala Yaylarana baktım. Öğlen namaz vakti ovadıka yaylalardan dördünde camii minarelerinden ezanlar okunmaya başladı. Köylüler camileri doldurdu. Garipsedim ve düşündüm. 11 köy, yüzlerce çocuk, yaşlı insanlar, hamile kadınlar, tansiyon-şeker hastası olan insanlar, ateşi çıkan bebekler. Bu yaylalarda yaşayan 3 bin kişi… Bu yayla düzünde dört camii ve imamları da var… Ama sağlığımız için bir tek sağlık ocağı bile yok! Yaylalarda camiler, hocalar bulunduran devlet, bu insanların karşılaşacakları sağlık problemleriyle ilgili hiçbir önlem almamış olması düşündürdü beni. Bu nasıl bir sosyal devlet anlayışı idi bu nasıl halka hizmet hakka hizmet anlayışı idi… Oysa Yavuz Sultan Selim, 500 yıl önce buralardan geçip, Çaldıran seferine çıkarken, askerini düşünmüştü. Kayıpsız geri getireceğini düşünerek önlem almaya çalışmıştı.
Bu yaylalara neden Yığılı Yaylası dendiğini biliyor musunuz?
Bugün Yığılı Yaylası denen düzlüğe çıkınca orduyu konaklandırmış. Ertesi gün yoluna devam etmeden önce, vezirlerine emir vererek, her askerin yukarıdaki taşlıktan bir taş getirip meydanda yığın yapmasını emretmiş. Ve yoluna devam etmiş. Zaferden sonra payitahta geri dönerken ayni yere gelmiş ve yanında kalan her askerin bir taş alıp taşlık alana götürmesini emretmiş. Ve kalan taşları saydırarak ne kadar askerinin yaşamını yitirdiğini tespit etmiş. O zamandan bu zamana bölgenin ismi Yığılı Yaylası olarak kalmıştır. Yavuz Sultan Selim’den tam 500 yıl sonra bile, o yaylalarda, insanların bu kadar sahipsiz, bu kadar sosyal devlet imkanlarından faydalanamaması çok düşündürdü beni… Ancak Hemşin milleti her türlü zorluğa göğüs geren, devletten beklentisini asgariye indirip, kendi çabalarıyla yaşama tutunan, kendi işini kendi yapan bir topluluk olarak yaylacılık kültürünü yüz yıllardır sürdürmekte ve sürdürmeye de devam edecektir.
yazı / hasan tatar
fotoğraflar / ramazan balcıoğlu
0 comments